20 Kasım 2011 Pazar

He just let me go, I was like a baloon.

Bazıları aşık oluyordu ve bazıları olmuyordu. Dünya dönüyordu falan. Çevremde ki çoğu insan aşktan değil aşksızlıktan dert yanıyordu. Aşkın bu dünyayı kurtaramayacağını bildikleri halde bir umut mu taşıyorlardı içlerinde. Belki iç güdüsel olarak daha çok sevilmek istiyorlardı. Belki de her biri farklı bir şeyler istiyordu, farklı şeyler bekliyorlardı aşktan. Ve zaman ilerledikçe beklentiler artıyor, hayaller sınırları aşıyordu. Periyodik aşklarımın en başında farkında olmadan öyle çok gizledim ki kendimi, çoğunuzun yaptığı gibi sonunu düşünmeden yaptım bunları. Yaşarken güzel, arkasından baktığındaysa boşa giden zamanlar olarak kaldılar bende. İlk aşkımı bile yaşayamadığı gördüm, ben değil başkası yaşamış gibi izledim arkasından. Tüm sorunun karşımdaki insana karşı dürüst olmamaktan geldiğine inandırdım sonunda kendimi, sonra platonik aşklar dönemi başladı. sevdikçe sevdim, hayal kurdukça kurdum, kendimi odalara hapsettim, tepelerden aşağı bıraktım. Sonunda ne kazananı olacaktı oyunun ne de kaybedeni bile bile sonu olmayan paralel bir evrende yaşadım tek başıma. Zaman yanılsamalarında insanlar geçti gitti yanımdan. Sonra hangi gün olduğunu bilmediğim bir gün sorunu çözdüğümü sandım. Bir takım cevaplar bulduğumu ve doğru şıkları işaretlediğimi düşündüm. Öyle emin çıktım ki sınavlardan, 100 almasam bile 90 alırım dediğim anlara tekabül ettiler. Maskeleri evimin duvarlarına asarsam, dekoratif olacaklarını düşündüm. Herkesten sakladığım, maskelerin, duvarların arkasında büyüttüğüm kalbimi açarsam, aslında net olarak ne istediğimi en başında söylersem, kendim olursam her şey çözülür sandım. Kendi oluşturduğum formülde bazı sabit sayılar belirlerdim, dürüstlük gibi, içtenlik gibi... Değişkenleri hesaba katmadığımın farkında olarak risk aldım resmen, çünkü artık gerçekten sıkılmıştım. En büyük hatalar zaten siz ne zaman sıkılsanız ve risk almaya karar verseniz o zaman çıkıyor karşınıza. Bu genel bir tespit olmasa da benim hem bu evrende, hem de paralel evrenlerde yaşadığım hayatlar için geçerli bir tespit. Sonuçta hepimiz biliyorduk işte, neden bu gizem vardı anlamıyordum. Hala da anlamıyorum. Aşk zaman alan, çok zaman alan bişeydi. Sevgi de öyle. Sonuçta ben yıllardır tanıdığım insanlara onları ne kadar sevdiğimi bile sınırlı sayıda söylemiş bir insan olarak, yeni tanıdığım bir insana seni seviyorum demem gerçekten yalan, külliyen yalan olmaz mıydı? Bence olurdu. Oluyor da zaten. Birlikteyiz evet çünkü hormonlarımız yüzünden, beynime etkiyen kimyasallar yüzünden. Hani diyeceğim o ki ilk görüşte aşk diye bir şey yok belki de. Pek emin olmamakla beraber böyle düşünüyorum şuan.
Çok uzattım. Diyeceğim o ki; kalbini birilerine açmak da derdine derman değil. Hatta tanımadığın ellerin açık yarana tuz basması gibi. Tek başına açarsan kalbini bir başkasına, hatta kalbini bırak aklını açarsan bir başkasına, hayallerini anlatırsan bir başkasına, rüyalarına girmesine izin verirsen bir başka kişinin... canın acıyor sonunda. gözyaşı akıtmadan ağlıyorsun. O kadar acıtıyor ki bu senin canını, aklın başından gidiyor, canını yakanı bile özlüyorsun. İnsanlar... Şehirler... Cümleler... Müzikler... Mevsimler... Eşyalar... canını yakmak için sıraya girmiş bekliyorlar. Zamanın bir şeyi düzelttiği, acını azalttığı falan yok. Zaman geçtikçe, sen yeni anılar biriktirdikçe acılarını biraz daha geriye itiyorsun hepsi bu. Acı yine aynı acı. İçinin ufak parçalara bölünüşü aynı. Kaç defa kaç defa... ama hep aynı.
Sen böylesin kızım. Henüz seni anlayacak birine denk gelemedin. Acın da bu yüzden, geri kalan her şey de bu yüzden. Safsın sen, saf!

1 Mayıs 2011 Pazar


nerden başlasam ki.
birazcık sabırlı ve azimli olursanız birazdan burada benim başımdan geçen bir olayı okuyacaksınız. en ufak ayrıntısına kadar yazıcam ben bunu buraya. belki günün birinde zavallı bir kız okurda benim yaşadıklarımdan ders alır umuduyla. anlatıcam ama öncelikle bir şey daha belirtmek isterim bu olayın ana karakterlerinden biri olmama ve daha üzerinden 2 ay bile geçmemesine rağmen sanki bu olayları ben yaşamamışım bunlar izlediğim bir filmden ibaretmiş gibi geliyor. ne kadar saçma değil mi? ama insan beyni öyle bir şey ki; "unutucam onu,o geceyi,herşeyi unutucam ben" diye düşünülerek geçen 2 aydan sonra gerçekten de unutuluyormuş. yani en azından beyninizde en arka raflara kaldırılıyormuş böyle bir daha yaşamayı hiç istemediğiniz anılar. yalnız hatırlatmakta fayda var, yolda yürürken bir evin penceresinden gizlice kaçan bir melodi üzerinden kaç ay geçerse geçsin nerede olduğunuza bakmadan yüzünüze öyle bir çarpar ki,olduğunuz yerde donar kalırsınız mesela,tek bir adım atamazsınız, gözleriniz yavaş yavaş değil bir an da dolar ve gözlerinizi kırpmanıza gerek kalmadan yağmur başlar yüzünüzde. olabiliyor böyle şeyler. buna hayat diyorlar sanırım ya da onun bir parçası işte öyle bir şey.



aslında size İstanbul'dan ne anladığımı anlatmak isterim ama çok uzun olacak o belki başka bir yazıya saklayabiliriz onu. ama şunu kesinlikle belirtmeliyim ki İstanbul'a hep büyük umutlarla ve büyük heyecanlarla gittim, sonra büyük kayıplarla ve büyük üzüntülerle geri döndüm. şu son yazdığım cümle aslında hikayenin özeti ki siz eğer tüm yazıyı okuma sabrını gösterirseniz bunu anlayacaksınız. neyse işte sabırsız olanlar için belirtmiş oldum burada.

kıştı. çok soğuktu ama heyecanımdı beni sıcak tutan. çok aşık olmuştum. acayip ama. öyle böyle değil. beni alsa yanına gidelim dese 1 dk düşünmezdim. ne isterse yapardım. böyle manyaklık derecesinde aşıktım adama. ölelim dese ölürdüm yani.
İstanbul soğuktu ama ben çok heycanlıydım. onu aradım. ben geldim dedim. o kadar iyi heycanlanmış numarası yaptı ki inandım. zaten ne dese inanırdım. görüşelim, ben seni arıycam akşam dedi.tamam dedim. o kadar heycanlıydım ki tüm gün ne yedim ne içtim nereyi gezdim kimle gezdim bana ne dediler ben ne dedim hatırlamıyorum onları. akşamı düşünüyorum. arıycak beni diyorum. hayır aramadı. o zahmet edip elini telefona götürmedi ve ben öldüm. öyle çok seviyorum çünkü adamı. eve geldim. oyalandım. banyo yaptım. saçlarımı kuruttum. pijamalarımı giydim. yatağa yattım. müzik dinledim. ağladım. göz yaşlarım saçımı ıslattı,saçım suratıma yapıştı zahmet edip düzeltmedim onları öyle kaldılar. sonra bir mesaj attım sana. bugün buluşmayacak mıyız dedim. cevap bile beklemiyordum aslında öylesine atmıştım mesajı. cevap attın. anında kalktım yataktan. dikleştim. nefeslerimi düzene soktum önce zira yazdığın şeyi okuyup anlayamamıştım. hani öyle uzun şeylerde yazmamıştın,anlaşılmayacak şeyler de ama ben anlamamıştım işte. bana arkadaşlarla taksime gidiyoruz sende gel dedin. sen zaten çoktan gitmiştin oraya. saat gece 1'i çoktan geçmişti. az önce kanı çekilmişçesine yatakta yatan kız ben değilmişim gibi koşar adım kalktım yataktan. hemen giydim elbisemi, öyle heycanlıydım ki ellerim titrediği için makyaj yapmadım, arkadaşım gülümseyerek makyajımı yaptı. bir göz kalemi,rimel ve dudaklarım için parlatıcı. boynuma güzel bir kolye taktık. öyle çok yakıştı ki hırkamla çok uyumlu olmuştu ama fark ettiğini sanmıyorum...gecenin bir yarısı Anadolu'dan karşıya geçtim, taksime, tek başıma. meydanda taksiden indim. taksici "arkadaşın gelmedi mi seni almaya, tek başına yürüme istersen burda" dedi. taksici bile beni düşündü lan! sen merak bile etmedin. taksiden indiğim an pişman oldum geldiğime ama hala seni görmek istiyordum. yüzüne bakmak. belki sarılmak. bilirsin özlemek en tehlikeli duygu. çok şiddetli oluyor bazen ve beynine hükmediyor.360 diye bir yerdeymişsin sanki ben 40 yıllık İstanbul'luyum ya hemen bulacakmışım gibi bir de rahat rahat anlatıyorsun. gecenin o saati(02:00) İstiklal'de yemediğim laf kalmadı. sora sora bağdat bulunurmuş ben de buldum seni. İtiraf et beni gördüğüne hiç sevinmedin. az sonra arkadaşlarınla tanıştıracağın için üstünde o iğrenç gerilim buram buram kokuyordu. bana hoşgeldin deyip nezaket icabı öperken bile etrafa bakıyordun. ben hissettim. çok pişman oldum geldiğime. hadi gel masa şu tarafta dedin. bir an durdum geri dönüp gitmek istedim ama o kadar umut biriktirmiştim ki içimde birini yıkarken diğeri beliriyordu kalbimde. senin hiç bir şey yapmana gerek yoktu zaten ben proglanlanmış bir robot gibi bunu otomatik olarak yapıyordum.

masaya ulaştığımızda herkesle tanıştırdın beni. kızlar tarafından teker teker sorguya çekildim. nerede okuyordum? ne okuyordum? nerede yaşıyordum? seni nereden tanıyordum? eğleniyor muydum? İstanbul'u sevmiş miydim? ne kadar kalacaktım? ne için gelmiştim?............
sonra herkes dışarı sigara içmeye çıktı sen zaten benim sorgum sırasında gitmiştin bir yerlere. yanıma bir kız geldi. merhaba tanıştırılmadık dedi. öyle mi kusura bakma farkında değilim herkesle tanıştım sanıyordum dedim. yok ben masada değildim yeni geldim o yüzden tanışmadık dedi. adımı söyledim tanıştık. herkes dışardaydı ve biz sohbet ediyorduk


21 Ocak 2011 Cuma

giderek daha yalnız bir insan olmaya başladım.



bugün evde yalnız başıma benny&joon'u izlerken sokaktan sarhoş insanlar geçti.çok neşelilerdi,dans falan ettiler.şarkı söylediler.içlerinden biraz ayık olanı kameraya çekiyordu diğerlerini.büyük ihtimal yarın herkes ayıldıktan sonra görüntüleri izletip biraz daha eğlenmek istedi.kameramandan daha ayık olan biri vardı içlerinde,o da beni farketti.camdan aşağı sarkmış,havanın soğuk olmasına aldırmadan onları izliyordum.gerçi biraz üşüyordum ama sorun değildi,zaten en fazla 2dakika daha sürecekti bu olay sonra yürüyüp yollarına gideceklerdi ve ben yine yalnız kalacaktım,bir süre daha boş ve sessiz sokağa bakarken seslerinin de giderek kaybolduğunu farkedecektim.sonra sadece sessizlik kalınca bana,sanki asıl rahatsız olduğum şey sessizlik,yalnızlık değilmiş de üşüdüğüm için pencereyi kapatıp içeri geçiyormuş gibi yapacaktım.filmime kaldığım yerden devam edecektim falan.
aynen dediğim gibi oldu.
sam ve joon'un birbirlerini öptükleri sahnede ağladım.üzüldüm kendime.